Sayfalar

20 Eylül 2010 Pazartesi

Richard Dawkins’in kızına mektubu

Sevgili kızıma

10 yaşına geldiğine göre sana benim için önemli olan bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bildiğimiz şeyleri nasıl bildiğimizi hiç merak ettin mi? Örneğin gökyüzünde minik iğne delikleri gibi görünen yıldızların aslında çok uzakta ve Güneş gibi büyük ateş topları olduğunu nereden biliyoruz? Ya da Dünya’nın o yıldızlardan bir tanesi olan Güneş’in etrafında döndüğünü nasıl biliyoruz?

Bu soruların cevabı “kanıt”tır.

Bazen kanıt gerçekten görmek (ya da duymak, dokunmak, koklamak..) demektir. Astronotlar kendi gözleriyle Dünya’ya bakacak kadar uzağa giderek Dünya’nın gerçekten yuvarlak olduğunu gördüler. Bazen gözlerimizin yardıma ihtiyacı olur. Geceleyin gök yüzünde parlak bir yıldız gibi görünen “akşam yıldızı”na teleskopla baktığında aslında çok güzel bir küre olduğunu görürüz – Venüs adını verdiğimiz gezegen. Doğrudan gözlemleyerek (ya da duyarak, dokunarak..) öğrendiğin şeye “gözlem” diyoruz.

Bazen kanıt sadece gözlemler değildir, ancak gözlem her zaman kanıtların ardında yatar. Eğer bir cinayet olduysa çoğunlukla (katil ve kurban haricinde hiç kimse) cinayete şahit olmaz. Ancak detektifler belirli bir şüpheliyi işaret bir çok gözlemi birleştirebilirler. Eğer o kişinin parmak izleri cinayetin işlendiği bıçağın üstünde bulunursa, bu o kişinin o bıçağa dokunduğuna kanıttır. Cinayeti onun işlediğini kanıtlamaz, ama bir çok başka kanıtla birleştirildiğinde faydalı olur. Bazen bir detektif bir çok gözlemi düşünür ve farkeder ki tüm kanıtlar ancak belirli bir kişi o cinayeti işlediyse bir bulmacadaki parçalar gibi her şey yerine oturmaktadır.

Bilim insanları – Dünya ve Evren hakkındaki gerçekleri bulma konusunda uzman insanlar – çoğunlukla detektifler gibi çalışırlar. Gerçeğin ne olabileceğine dair bir tahminde bulunurlar (hipotez). Sonra kendi kendilerine şöyle derler: eğer bu gerçek olsa idi, o zaman şunları ve şunları görmemiz gerekirdi. Buna “öngörme” denir. Örneğin, eğer Dünya gerçekten yuvarlaksa, o zaman sürekli aynı yöne giden bir yolcunun bir süre sonra başladığı yere geri gelmesi gereklidir. Bir doktor senin kızamık olduğunu söylediğinde bunu sana ilk bakışta söylemez. İlk bakışı, ona doğru olabilecek bir hipotez sunar. Sonra kendi kendine der ki “eğer gerçekten kızamık geçiriyorsa, o zaman şu, şu semptomları da görmem gerekir.” Sonra öngörülerini sırayla kontrol eder ve bunları gözleriyle (küçük kırmızı benekler var mı?) elleriyle (ateşi yüksek mi?) ve kulaklarıyla (nefesi hırıltılı mı?) gözlemler. Çoğunlukla bu semptopmların uyduğunu gördükten sonra “bu çocuğun kızamık geçirdiği kanaatine vardım” der. Bazen de doktorların gözleri, kulakları ve ellerine yardımcı olacak kan testi ya da Röntgen filmi gibi yadımcı araçlara ihtiyacı olur.

Bilim insanlarının Dünyamızı anlamak için kanıtı kullanma yöntemleri, bi mektuba sığdıramayacağım kadar karmaşık ve zekice. Ancak şimdi bir şeye inanmak için iyi bir sebep olan “kanıt”lardan uzaklaşıp, bir şeye inanmak için kötü sebepler olan “gelenek”, “otorite” ve “vahiy”e karşı uyarmak istiyorum.

Öncelikle gelenek. Birkaç ay önce, 50 kadar çocukla bir sohbet için televizyona çıktım. Bu çocuklar oraya değişik dini görüşlerle yetiştirildikleri için çağırılmışlardı. Bazıları Hrıstiyan olarak, bazıları Yahudi, Müslüman, Hindu, Şikh olarak yetiştirilmişlerdi. Mikrofonu tutan adam çocukları dolaşarak neye inandıklarını soruyordu. Söyledikleri şeyler tam olarak benim “gelenek” sözüyle anlatmak istediğimi açıklıyordu. İnançlarının kanıtlarla hiçbir ilgisi olmadığını gördük. Sadece anne-babalarının ve dede-ninelerinin (inye kanıtlara dayanmayan) inançlarını tekrarladılar. “Biz Hindular şuna inanırız…” ya da “Biz Müslümanlar şuna inanırız…” gibi cümleler kuruyorlardı. Elbette hepsi değişik şeylere inanıyorlardı, ve bu yüzden hepsinin haklı olma ihtimali yoktu. Mikrofonu tutan adam bu durumun normal olduğunu düşünmüş olacak ki, çocukların farklı görüşlerini karşılıklı tartışmalarını önermedi bile. Ancak esas belirtmeye çalıştığım nokta bu değil. Sadece inançların nereden geldiğini göstermeye çalışıyorum. İnançlar gelenekten geliyorlar. Yani inançlar aileden çocuğa, toruna ve sonraki nesillere aktarılıyorlar. Ya da yüz yıllar boyu sonraki nesillere aktarılmış kitaplardan. Geleneksel inançlar genellikle yokluktan başlarlar; belki birileri bunları Thor ya da Zeus hikayeleri gibi uydurur. Ancak birkaç yüzyıl boyunca sonraki nesillere aktarıldıktan sonra, bu hikayelerin eski oluşları onları özel kılıyor. İnsanlar bazı şeylere sadece yüzyıllardır inanıldığı için inanıyorlar.

Gelenekle ilgili sorun, bir hikayenin ne kadar eski olursa olsun, ilk günkü kadar gerçek ya da yalan olmasıdır. Eğer gerçek olmayan bir masal uydurursan, o masalı yüz yıllarca nesilden nesile aktarmak onu gerçek yapmaya yetmeyecektir.

İngiltere’deki bir çok insan Anglikan Kilisesince vaftiz ediliyor, ancak bu Hrıstiyanlık dininin bir çok kolundan sadece birisi. Rus Ortodoksluğu, Roma Katolisizmi, ya da Metodist kiliseleri gibi başka kollar da mevcut. Hepsi farklı şeylere inanıyorlar. Yahudilik ve İslam daha da farklılar, ve kendi içlerinde de farklı görüşlere ayrılıyorlar. En ufak inanç ayrılıkları insanları savaşa sürükleyebiliyor. Yani aslında bu insanların inandıkları şeye inanmak için çok iyi sebepleri – kanıtları – olmasını beklersin. Ancak aslında inançları sadece farklı geleneklerden ibaret.

Belli bir gelenekten bahsedelim. Roma Katolikleri İsa’nın annesi Meryem’in o kadar özel olduğunu düşünüyorlar ki, onun ölmediğini, Cennet’e yükseldiğini söylüyorlar. Diğer Hrıstiyan gelenekleri ise Meryem’in normal bir insan olduğunu ve diğer herkes gibi öldüğünü söylüyorlar. Bu diğer dinler onun hakkında pek bir şey söylemiyorlar ve Roma Katolik Kilisesinin aksine ona “Cennetin Kraliçesi” demiyorlar. Meryem’in vücudunun göğe yükseldiğine dair gelenek o kadar eski bir gelenek de değil. İncil bu konuda hiçbir şey söylemiyor, hatta zavallı kadın tüm kitap boyunca çok az anılıyor. Vücudunun cennete yükseldiği fikri İsa öldükten 600 sene sonra dile getirilen bir şey. Yani önce bu hikaye – tıpkı Pamuk Prenses masalı gibi – uyduruldu, ancak yüzyıllar geçtikçe geleneğe yerleşti ve insanlar bu masalı sırf bu kadar uzun süredir aktarıldığı için ciddiye almaya başladılar. Gelenek eskidikçe, daha çok insan bunu ciddiye almaya başladı. Sonunda Katolik kilisesi bunu resmileştirdi, fakat bu da 1950′de gerçekleşti. Halbuki bu masal, 1950 yılında, 600 yılında olduğundan daha gerçek değildi.

Geleneğe mektubumun sonunda geri geleceğim ve ona farklı bir açıdan bakacağım. Ancak önce bir şeye inanmak için kötü sebeple olan diğer iki konuya değinceğim : otorite ve vahiy.

Bir şeye inanma sebebi olarak otorite; bir şeye, önemli birisi inanmanı söylediği için inanmak demektir. Roma Katolik Kilisesinde Papa en önemli insandır ve insanlar sırf Papa olduğu için söylediği şeylerin doğru olduğunu düşünürler. İslam’ın bir kolunda Ayetullah adı verilen yaşlı ve sakallı adamlar bu önemli insanladır. Bir çok genç müslüman, uzak bir ülkedeki Ayetullah dedi diye cinayet işlemeye hazırdırlar.

1950 senesinde Roma Katolikleri Meryem’in cennete yükseldiğini resmen kabul ettiler dediğimde aslında söylemek istediğim şey, 1950 yılında Papa’nın buna inanmalarını söylediği idi. Bu da yeterliydi. Papa doğru dediğine göre doğru olmalıydı! Papa’nın hayatı boyunca söylediği şeylerin bazıları doğru, bazıları da muhtemelen doğru değildir. Papa’nın söylediklerini, herhangi bir başkasının söylediklerine üstün tutmak için hiçbir geçerli sebep yok. Şimdiki Papa insanlara yaptıkları çocukların sayısını sınırlamamalarını söyledi. Eğer insanlar onun sözünü hiç sorgulamadan dinleselerdi, nüfus patlaması sonucunda dünyada çok kötü açlıklar, hastalıklar ve savaşlar olurdu.

Bilimde de kanıtları görmediğimiz ve bir başkasının sözünü kabul ettiğimiz zamanlar olur. Örneğin ben ışığın saatte 300.000 km hızla yol aldığını kendi gözlerimle görmedim. Bunun yerine ışığın hızının ne olduğunu söyleyen kitaplara inanıyorum. Bu da aslında “otorite” gibi görünüyor, ancak otoriteden çok daha iyi çünkü kitaplarını yazanlar kanıtları gören kişiler ve herkes dilerse bu kanıtlara kendisi bakmakta ve kanıtları istedikleri kadar incelemekte serbest. Bu çok rahatlatıcı. Ancak papazlar bile Meryem’in göğe yükselmesi hikayesine dair kanıtlar olduğunu iddia etmiyorlar.

Bir şeye inanmak için kötü bir sebep olan 3. şey ise vahiydir (tecelli, durugörü). Eğer Papa’ya 1950 yılında Meryem’in göğe yükseldiğini nasıl bildiğini sorsaydık muhtemelen bize “vahiy” aldığını söyleyeckti. Kendini odasına kapattı ve doğru yolun kendisine gösterilmesi için dua etti. Kendi kendine düşündü, düşündü ve kendi kendine daha emin oldu. Dindar insanlar içlerine bir his doğunca, bu şeyin doğru olduğuna dair kanıt olmasa bile gerçek olduğunu çünkü vahiy aldıklarını düşünürler. Vahiy aldıklarını iddia edenler sadece papalar değildir, bir çok dindar insan bunu iddia ediyor. İnandıkları şeylere inanmalarındaki başlıca sebeplerden birisi bu. Peki bu iyi bir sebep mi?

Sana köpeğinin öldüğünü söylediğimi farzet. Çok üzülürdün ve muhtemelen derdin ki “Emin misin? Nereden biliyorsun? Nasıl oldu?” Sana şöyle cevap verdiğimi hayal et : “Aslında Pepe’nin öldüğüne bilmiyorum, ama içimde öldüğüne dair garip bir his var.” Seni korkuttuğum için bana kızardın çünkü “içimdeki garip his”sin köpeğinin öldüğünü ispatlamak için yeterince iyi bir sebep olmadığını bilirdin. Kanıt ihtiyacın var. Hepimiz zaman zaman bir şeyler hissediyoruz ve bazen bu hislerimiz doğru çıkıyor, bazen de çıkmıyor. Fakat değişik insanların değişik hisleri oluyor, kimin hislerinin doğru olduğuna nasıl karar vereceğiz? Bir köpeğin öldüğünden emin olmanın tek yolu onu öldükten sonra görmek, ya da kalbinin durduğunu duymak, ya da bunu somut kanıtları olan birisinden öğrenmektir.

Bazen insanlar derinlerde bir yerlerde bir şeylere inanmamız gerektiğini söylerler, yoksa “karım beni seviyor” gibi şeylere güvenimiz olmazlar.

Ancak bu kötü bir argüman. Birinin seni sevdiğine dair sürüyle kanıt olabilir. Seni seven birisiyle geçirdiğin bir günde bir çok küçük kanıt görürsün ve duyarsın ve bunlar birikip bir sonuca ulaşmana yardım ederler. Bu papazların “vahiy” dediği şeyden farklı bir histir. Bu hisleri destekleyen dış etkiler vardır; gözlerdeki bakışlar, sesindeki şefkat, küçük iyilikler ve nezaketler ve bunların hepsi somut kanıttır.

Bazen insanlar hiçbir kanıtları olmadan birisinin onları sevdiğini hissederler. Çoğunlukla da tamamen yanılıyorlardır. Ünlü bir film yıldızının onlara aşık olduğuna ikna olmuş insanlar vardır, ancak gerçekte o film yıldızıyla tanışmamışlardır bile. Bu gibi insanların psikolojik sorunları vardır. İçsel hisler somut kanıtlarla desteklenmelidir, yoksa güvenilecek bir şey değildirler.

İçsel hisler bilimde de değerlidir, ancak sadece kanıtlar arayarak sınayabileceğimiz fikirler verdikleri için. Bir bilim adamı belli bir konuda bir önseziye sahip olabilirler. Kendi başına bu önsezi bir şeye inanmak için yeterince iyi bir sebep değildir. Ancak deneylere zaman harcamak için ya da kanıtlara farklı bir açıdan bakmak için yeterli bir sebep olabilir. Bilim insanları fikirlerini geliştirmek için hislerine her zaman kulak verirler. Ancak hisler kanıtlarla desteklenmiyorsa değersizdirler.

Gelenek konusuna, farklı bir açıdan bakmak için, tekrar değineceğimi söylemiştim. Geleneğin bizim için niye çok önemli olduğundan bahsetmek istiyorum. Tüm hayvan (Evrim dediğimiz süreçle) kendi türlerinin yaşadığı yerlerde hayatta kalabilecek şekilde gelişmişlerdir. Aslanlar Afrika bozkırlarında hayatta kalabilecek kadar güçlüdürler. Kerevitler tatlı sularda yaşayacak şekilde evrimleşmişken ıstakozlar tuzlu sularda yaşarlar. İnsanlar da bir tür hayvandır ve bizler de başka insanlarla dolu bir denizde yaşayabilecek şekilde evrimleştik. Bir çoğumuz aslanlar ya da ıstakozlar gibi kendi yemeğimiz için avlanmıyoruz, yemeğimizi, kendileri de başka insanlardan satın almış, insanlardan satın alıyoruz. Bizler bir “insan denizi”nde yüzüyoruz. Nasıl bir balık suda yaşayabilmek için solungaçlarına ihtiyaç duyuyorsa, biz de diğer insanlarla anlaşabilmek için beynimize ihtiyaç duyuyoruz. Nasıl deniz tuzlu suyla doluysa, insan denizi de öğrenmesi zor şeylerle dolu. Örneğin lisan gibi.

Sen İngilizce konuşuyorsun ama arkadaşın Almanca. Her ikiniz de kendi farklı “insan denizi”nizde rahat yüzebilmenize olanak tanıyan dili konuşuyorsunuz. Lisan gelenekle aktarılır. Başka bir yolu yok. İngiltere’de Pepe “Dog” iken Almanya da ona “ein Hund” diyorlar. Bu sözcüklerin hiç birisi yanlış ya da diğerinden daha doğru değil. İkisi de sadece aktarılmış sözcükler. Kendi insan denizlerinde yüzebilmek için çocukların kendi ülkelerinin dilini ve bir çok başka şeyi öğrenmeleri gerekmekte. Bu da büyük miktarda geleneksel bilgiyi öğrenmelerini gerektiriyor. (Geleneksel bilginin sadece nesilden nesile aktarılan bilgi olduğunu unutma.) Çocuğun beyninin geleneksel bilgi için bir vakum olması gerekiyor. Ve çocuktan iyi geleneksel bilgi ile (lisandaki kelimeler gibi) kötü veya saçma geleneksel bilgi (cadılar, şeytanlar gibi) arasındaki farkı ayırması beklenemez.

Bu çok üzücü ancak engellenemez bir şey çünkü çocuk her türlü geleneksel bilgiye aç olacağından yetişkinlerin kendilerine söyledikleri her şeye doğru ya da yanlış, gerçek ya da yalan olmasını önemsemeden inanacaktır. Yetişkinlerin çocuklarına söyledikleri bir çok şey doğru, kanıtlara dayalı veya en azından makul şeylerdir. Ancak bazıları yanlış, saçma hatta kötü niyetliyse, çocuğun buna da inanmasını engelleyecek hiçbir şey yok. Peki, çocuk büyüdüğü zaman ne yapacak? Elbette kendi bildiği şeyleri bir sonraki nesile anlatacak. Yani bir şeye dair güçlü bir inanç varsa – o şey tamamen yanlış ve inanılması için hiçbir sebep olmasa bile – o şey sonsuza kadar sonraki nesillere aktarılabilir.

Peki Dinlerde de durum bu mudur? Bir Tanrı ya da Tanrıların var olduğu, Cennet’in var olduğu, Meryem’in hiç ölmediği, İsa’nın babasının insan olmadığı, duaların kabul edildiği, şarabın kana dönüştüğü – bu inançları bir tanesi bile kanıtlara dayanmıyor. Yine de bunlara milyonlarca insan inanıyor. Belki de bunun sebebi, her şeye inanacak kadar küçük yaştayken bu şeylere inanmaları söylendiği içindir.

Milyonlarca insan çok farklı şeylere inanıyor çünkü çocukken yetişkinlerden farklı şeyler duydular. Müslüman çocuklar Hrıstiyan çocuklardan farklı şeyler duydular, ve her iki grup da kendilerinin haklı, diğerlerinin haksız olduğuna ikna olmuş bir şekilde büyüdüler. Hrıstiyanlar kendi içlerinde bile; Roma katolikleri Anglikanlardan ya da Episkopalyenlerden, Shaker’lardan ya da Quaker’lardan, Mormonlar ya da Holly Roller’lardan farklı şeylere inanıyorlar ve kendilerinin haklı, geri kalan herkesin tamamen haksız olduğuna ikna olmuş durumdalar. Halbuki farklı şeylere inanmalarının sebebi senin İngilizce, arkadaşının da Almanca konuşmasıyla tamamen aynı sebepten dolayı.

Her iki dil de, kendi ülkesinde doğru dil. Ancak değişik dinlerin kendi ülkelerinde doğru olup başka yerlerde yanlış olma ihtimali yok çünkü farklı dinler birbiriyle zıt şeylerin doğru olduğunu iddia ediyorlar. Meryem Katolik İrlanda’da canlı ama Protestan Kuzey İrlanda’da ölü olamaz.

Peki bu konuda ne yapabiliriz? Senin bu konuda bir şey yapman çok kolay değil çünkü sadece 10 yaşındasın. Ancak şunu deneyebilirsin; Bir daha birisi sana önemli görünen bir şey söylediği zaman, kendi kendine şöyle düşün: “Bu, insanların kanıtlar sayesinde öğrendiği bir şey mi, yoksa gelenek, otorite veya vahiy yoluyla öğrendikleri bir şey mi?”. Ve bir daha birisi sana bir şeyin “gerçek” olduğunu söylediği zaman onlara şöyle de :”Bunu destekleyen ne tür kanıtlarınız var?”. Sana iyi bir cevap veremezlerse, umuyorum ki söyledikleri şeye inanmadan önce çok dikkatlice düşünürsün.

Sevgiler

Baban

11 Eylül 2010 Cumartesi

Uluslararası Öğrenci Hareketi

Karaburun Bilim Kongresinde İspanya'dan ve Almanya'dan Uluslararası Öğrenci Hareketinden (ISM) katılımcılar oldu. Onlarla iletişime geçtik ve nasıl birşey planladıklarını sorduk. Daha sonra bizim buradaki hareketi de onlarla paylaştık. Hareketlerine dahil olmamızı istiyorlar. Kongre esnasında materyelleri ve videoları da türkçe'ye çevirmişler. Onları paylaşıyım dedim. Hareketin sitesinden mail liste4sine katılabilirsiniz. (site: http://emancipating-education-for-all.org/ )

Video: (Ağustos ayında Dünya'daki öğrenci eylemleri)
http://www.youtube.com/watch?v=stBqoZXEjGA
http://blip.tv/file/4098642

"Eğіtіm іçіn Küresel Eylem Dalgası"

[Ekim-Kasım 2010]

"Uluslararası Öğrenci Hareketi" konulu Sierra Leone, ABD, İtalya, Almanya, Avusturya, İspanya, Fransa, Hollanda, Filipinler ve Kosova’dan eylemcilerin katıldığı küresel bir sohbet toplantısı sırasında, katılımcılar, bir “Eğitim İçin Küresel Eylem Dalgası” çağrısı yapmaya karar verdiler.

Bu “dalga” ABD’de 7 Ekim’deki gibi ulusal eylem gününde olduğu gibi dünyadaki belirli bölgelerde koordineli protestolar başlatacak. Şu anda Washington DC’de 9-11 Ekim’de gerçekleşecek IMF toplantısına karşı planlanan bu protestolar, “küresel dalga”nın bir parçası olarak görülebilir.

Bu zaman süresinde (Ekim/Kasım) gerçekleşecek her tür eğitim protestosunun, özellikle de “dalga”nın başlarında, İngilizce paylaşılması hayati önemdedir. Bilgi akışı eğitim eylemcilerine ve dünya çapındaki gruplara eyleme geçme konusunda esin verecektir. Buradaki temel fikir, küresel olarak koordine edilen protestoların zirvesine “Uluslararası Öğrenciler Günü” (17 Kasım) haftasında (15-21 Kasım) erişmesidir. Diğer grupların yanı sıra Sierra Leone, Filipinler, İtalya ve Kosova’daki çeşitli gruplar bu hafta protestolara katılacaklarını teyit ettiler.

16 Haziran’da “Birleşik Simgesel Eylem Günü” gerçekleştirildi. O gün, gruplar “Eğitim İçin Küresel Eylem Dalgası”nın bu sonbaharda gerçekleşeceğini kamuoyuna açıkladılar ve bir taslak “dünya çapında basın açıklaması” yayımlandı.

Bu “küresel dalga” daha güçlü küresel ağ yaratmak ve herkesin ulaşılabileceği özgür ve parasız eğitim için mücadele birliği kurduğumuzu gösteren önemli bir olanak olabilir. Mücadelemizin küresel niteliğini göstererek farkındalığın yayılmasına yardım ettiği gibi, dünya geneline ilham olma ve insanları birlestirme potansiyeli de vardır. Uzun zaman aralığı (Ekim-Kasım) daha fazla grupların bu protestoya katılmasına ve bu protestonun bir parcası olmasına olanak sağlayacaktır.

Asağıdaki üç ana unsur "küresel dalga"nın altyapısının olusturulmasına yardım edecektir:

  • iletisim ve koordinasyon: eylemlerin öncesinde eylemleri baslatmak, duyurmak ve koordine etmek için ve sonrasında eylemler hakkında resim ve video materyali ile birlikte rapor sunmak için altyapıyı kullanması istenmektedir! (e-posta listesi, forumlar, takvim, kuresel sohbet odaları)

Genel olarak bu iki ay süresince protestolarını ne şekilde ifade edecekleri ve eylemleri ne şekilde organize edecekleri her yerel/bölgesel grubun/networkun/ittifakın kararıdır, ama hepsinden koordinasyon çabalarına katılmaları ve mesajımızı yaygınlaştırmaları istenmektedir – bu yerel, bölgesel ve uluslararası düzeyde olabilecegi gibi dünyamızın her yerinde eylemcilerle ve gruplarla temasa geçerek onları bilgilendirmek de olacaktır.

~ tek dünya – tek mücadele ~

"Ortak Bildirge"

Küresel Eylem Dalgası

Tüm dünyada lise ve üniversite öğrencileri, öğretmenler, veliler ve çalışanlar, son on yıldır kamu eğitiminin giderek ticarileşmesine ve özelleşmesine karşı protestolar gerçekleştiriyor ve özgür ve özgürleştirici eğitim için kavga veriyor.

Bu yıl insanlar bu mücadelenin uluslararası ve küresel düzeyde “Eğitim İçin Küresel Eylem Dalgası” için birleştiğini görecek.

Bir çoğumuz “Uluslararası Öğrenci Hareketi”ni hem uluslararası hem küresel düzeylerde bilgi alışverişi yapmak, networklar oluşturmak ve protestoları koordine etmek için bir özyönetimli platform olarak kullanıyor. Kolektif tartışma ve eylem yoluyla doğrudan katılım ve hiyerarşik olmayan örgütlenme üzerinde temellenen yapılar için uğraş veriyoruz. Kamu eğitiminin özelleştirilmesine karşı mücadeleyle ve özgür ve özgürleştirici eğitimle kendini özdeşleştiren herkes bu platforma katılabilir, onun bir parçası olabilir ve onu şekillendirebilir.

Bazılarımız şu vesilelerle zaten tanıştık ve network oluşturduk: 25-29 Nisan 2009 tarihleri arasında Louvain la Neuve’deki ( Belçika) “Bologna-Süreci”nin 10 Yılı, 17-19 Mayıs tarihleri arasında Torino’daki (İtalya) G8 Üniversite Zirvesi, 11-14 Mart tarihleri arasında Viyana’daki (Avusturya) Bologna Yanıyor, Madrid’deki (İspanya) Bologna Yanmaya Devam Ediyor ve 25-30 Mayıs tarihleri arasında Bochum’daki ( Almanya) “Avrupa Eğitim Kongresi”.

Aşağıdaki amaçlar bizi dünya çapında birleştirir:

Neye karşı mücadele veriyoruz?

  • Çağımızın ekonomik sisteminin insanlar ve eğitim sistemleri üzerine etkileri:
    Harç paraları ya da halkın eğitime erişimini ve eğitimden eşit pay almasını engelleyen her tür ödeme
    Öğrenci borcu
    Piyasaya/iş piyasasına hizmet etmeye yönelik kamu eğitimi

Bologna-Süreci adı verilen şey (dünyada ona karşılık gelen diğer süreçler gibi) insanları temel olarak iş piyasasına hizmet eden becerilere yönelik olarak eğiten eğitim sistemlerini uygulamayı hedeflemektedir. Bir kişiye harcanan eğitim masraflarında kısıtlamayı destekler, eğitimde harcanan zaman süresini kısaltır ve yetersiz nitelikli iş gücü üretir.

Hayatın diğer boyutları gibi eğitimi de metaya dönüştürmek.
Kamu eğitiminin temel bütçeleri üzerinde ticari çıkarların (giderek artan) etkisi
Dünya çapında kamu eğitiminde (giderek artan) bütçe kesintileri
Özel eğitim kurumlarının sübvansiyonu yoluyla kamu fonlarının “özelleştirilmesi”.
Eğitim kurumlarında emeğin metalaşması ve sömürülmesi

  • Herhangi bir eğitim kurumunda aşağıdakileri temel alan ayrımcılığa ve dışlamaya karşı çıkıyoruz:
    Sosyo-ekonomik köken (eğitim sistemleri şu anda daha az parası olan insanların eşit katılımını engelleyecek biçimde kurulmuştur)
    Uyruk
    Performans
    Siyasi ideolojiler ve eylemler
    Toplumsal cinsiyet
    Cinsel yönelim
    Din
    Etnik köken
    Deri rengi
  • Herkesin erişebileceği açık bilgiden ziyade ticari değer taşıyan patentlerin öncelik kazanmasına karşı duruyoruz!
    Kamu eğitim kurumları giderek (temel) araştırma yapabilmek için özel sponsorluklar alma rekabetine girmeye giderek daha fazla zorlanıyor; aynı zamanda da özel fonlar, kâr vaat eden araştırmalara yatırım yapma eğilimine sahiptir (bu da önemli olabilecek fakat ekonomik olarak kazançlı görülmeyen alanların finansmanında bir azalmaya neden olur). Eğitim kurumları ve katılımcılara atfedilen “kusursuzluk” niteliği, kârlılığı temel alır ve çoğu zaman ek kamu fonları alma kriterini bu kurumlar yerini getirir.
  • Eğitim ve temel araştırmalar noktasında gelir getiren araştırma burslarının özelleştirilmesine ve ordunun eğitim kurumları içinde olmasına karşı duruyoruz.
    Askeri amaçlı araştırmaya hayır
    Ordu için asker toplama ve reklam faaliyetlerine hayır

Ne için mücadele ediyoruz?

  • İÇERİK:
    Bir insan hakkı olarak özgür ve özgürleştirici eğitim: eğitim asıl olarak bireyin özgürleşme çıkarına hizmet etmelidir, yani: bireyin kendi çevresindeki iktidar yapılarını ve çevresini anlamasını ve bunlar üzerinde eleştirel düşünmesini sağlamalıdır; eğitim sadece bireyin değil bir bütün olarak toplumun özgürleştirilmesini sağlamalıdır.
    Halkın çıkarlarına hizmet eden bir kamu yararı olarak eğitim
    Akademik özgürlük ve seçim: herhangi bir eğitim disiplinini takip etme özgürlüğü
  • ERİŞİM:
    Katılımcıların ödemesine dayanan parasal mekanizmalardan ve her tür ayrımcılıktan ve dışlamadan kurtulmuş, böylece bütün bireylerin özgürce erişebileceği bir eğitim.
    Kârlı olarak görülsün ya da görülmesin bütün eğitim kurumlarının yeterli finansman alması
  • YAPI:
    Bütün eğitim birimleri/kurumları demokratik olarak yapılandırılmalıdır (karar alma sürecinin temeli olarak aşağıdan doğrudan katılım)

Neden yerel ve küresel düzeyde?

Mevcut küresel ekonomik sistemin etkileri dünya çapında mücadeleler ortaya çıkarmaktadır. Tek tek yerel/bölgesel siyasetlerimizi ve mevzuatımızı etkilemek için yerel baskı uygularken sorunlarımızın küresel ve yapısal özelliğinin farkında olmalı, birbirimizden dersler almak için taktiklerimizi, örgütlenme deneyimlerimizi ve kuramsal bilgimizi paylaşmalıyız. Yerel düzeyde kısa vadeli bir alışveriş başarılabilir, ama büyük değişiklik ancak küresel olarak birleşirsek mümkün olacaktır.

Dünya çapında, eğitim sistemleri ekonomik ve devlet sistem(ler)i içinde yapması gerekenleri yapıyorlar: cehalet ve teslimiyeti seçmek, eğitmek ve yaratmak. Farklı bir eğitim sistemi ve farklı bir yaşam için birleşiyoruz.

Özgür ve özgürleştirici eğitim mücadelesine katılanlara yönelik devletlerin dünya çapında uyguladığı her tür baskıya karşı birleşerek duruyoruz.


~ Tek dünya – Tek mücadele ~

Sizin veya grubunuzun bu bildirgeye desteğinin mevcut listede yer almasını ister misiniz? united.for.education@gmail.com adresine mail göndermeniz yeterlidir.

6 Temmuz 2010 Salı

Futbol, Güney Afrika ve Ekranlara Yansımayanlar...

1 Hazirandan beri dünyanın gözü Güney Afrika’ya çevrilmiş durumda. Yakın ve yavaş çekimde, biraz da ‘insanüstülük’ izlenimi uyandıran futbolcu görüntüleri, hârika goller, ‘yıldız’ futbolcular, ünlü teknik direktörler, stadyumlardan yükselen uğultuyu bastıran Vuvuzela’nın durmak bilmeyen gürültüsü, her biri kendi takımının renginde ateşli taraftarlar, maskeli fanatikler, büyük bir televizyoncu-gazeteci ordusu, yüzlerce futbol yorumcusu, reklamlar, hiç bir ayrıntıyı kaçırmayan binlerce kamera... Velhasıl tam bir cümbüş ve bir futbolcu borsası... Bu güne kadar yapılan 18 dünya futbol kupasından sonra, 19’uncusu için Güney Afrika’nın seçilmesinin, sıranın Afrika’ya gelmiş olmasının özel bir önemi ve anlamı olduğu, bunun Afrika’nın, özellikle de Kara Afrika’nın tarihinde bir dönüm noktası, bir Afrika Zamanı [Time of Africa] olduğu söyleniyor... Milyarlarca dolar harcanarak gerçekleştirilen bu ‘büyüleyici’ futbol şöleni ortalama bir Afrikalı için, bir Güney Afrikalı için gerçekten bir şölen, bir ‘ulusal gurur’ vesilesi midir? Büyüleyici, şâşalı görüntüler ve sarhoş eden gürültülerin gerisinde nasıl bir gerçeklik gizleniyor? Bu sadece bir futbol oyunundan mı ibarettir? Yoksa futbol başka oyunları ve hesapları gizleme işlevi mi görüyor? Ya da sporla, futbolla ne kadar ilgili? Elbette benzer sorular derin açılımları, kapsamlı tahlilleri davet ediyor ama burada kısaca görünenle görünmeyen, gösterilenle gizlenen ilişkisine kısaca değinmekle yetineceğim. Söz konusu olan gerçekten ileri sürüldüğü gibi bir Afrika zamanımıdır? Dünya kupası için Güney Afrika’nın seçilmesinin bir kaç nedeni var: Birincisi, Güney Afrika kıta’nın en çok ‘Batılılaşmış’ bölgesi; ikincisi, Güney Afrika neoliberal politikaları gözü kara uygulayan ülkelerden biri; üçüncüsü de bir imaj yenileme operasyonu oluşuyla, dünya’ya “farklı” bir Güney Afrika imajı sunmakla ilgili...

Aslında olimpiyat oyunları, dünya futbol kupası gibi büyük organizasyonları sadece birer spor etkinliği saymak, resmin tamamını görmemektir. Küresel çaplı ‘sportif’ etkinliklerin gerçek anlamda sporla ilgisi görünüştedir. Asıl amaç kâr etmek ve kârı büyütmektir. Dolayısıyla bilinen anlamda ekonomik-ticari bir faaliyettir. Velhasıl sermayeyi büyütme operasyonudur... Bu tür sportif etkinlikler [aslında bunların kelimenin jenerik anlamında sporla ilgisi sadece görünüştedir, zira doğası gereği sporun [oyun] paranın ve meta kategorilerinin işe karıştırılmaması gereken tat verici bir oyun olması gerekir] çokuluslu şirketlere sportif alt-yapı, stadyum, otel, yol, hava alanı, köprü, otoyol, metro, vb. yapma ve tabii milyarca kâr sağlama yolunu açıyor. Moda tabirle ‘kentsel dönüşüme’ vesile oluyor... Bu arada FIFA’ya kazandırdığı milyarlarca doları da unutmamak gerekir... Aslında FIFA bir çokuluslu şirkettir. Fakat diğer çokuluslulardan önemli bir farkı var: FIFA’nın küresel oligarşinin ve küresel plütokrasinin hizmetinde ideolojik ve politik bir misyonu da var. Bu tür etkinliklerin önemli bir işlevi de insanlara ‘gerçek sorunları’ bir süreliğine de olsa unutturmaktır... Bu yüzden futbol ‘toplumun afyonudur’ denecektir... Bir başka işlevi de, ayıbın üstünü örtme ve unutturmadır... 1978 de Dünya Futbol Şampiyonası Arjantin’de yapılmıştı. Arjantin’de 1976’dan beri General Videla liderliğindeki askerî cunta iktidardaydı. Kanlı-işkenceci devlet terör rejimi, muhalifleri, komünistleri, sosyalistleri ‘kaybetmekle’ meşguldü... Rejim muhaliflerinin savaş uçaklarından okyanusa atıldığı günlerdi... Oysa dünya kupası günlerinde Buenos Aires’ten dünya’ya yansıyanlar çok farklıydı. Dünya kupası devlet terör rejimini ‘meşrulaştırma’, ‘imaj temizleme’ işlevi görmüştü...

Güney Afrika 1994 yılına kadar ırkçılığın timsali bir Apertheid rejimiydi. Nelson Mandela liderliğindeki ANC’nin [Afrika Ulusal Kongresi] zaferiyle Apretheid son buldu ve Mandela devlet başkanı seçildi. Elbette ırka dayalı, sosyal hiyerarşinin geçerli olduğu bir toplumda Apertheid rejiminin yıkılması önemliydi ama ırk ayrımcılığına maruz siyahlar için bu ‘dönüşüm’ gerçekten sorunun çözüldüğü anlamına geliyor muydu? Güney Afrika, 19.’uncu Dünya futbol kupası için yaklaşık 4,5 milyar dolar harcadı. Bu harcamanın yapıldığı ülkede nüfusun %47’si günde 1,5 euro’nun altında gelirle ‘yaşamaya’ çalışıyor. İnsanları büyüleyen futbol şöleninin faturasını ödeyecek olanlar da onlar! Kupa Afrika’da yapılıyor ama biletlerin sadece %2’si Afrikalılara satılmış... 1976 de dünya olimpiyat oyunları Kanada’nın Montréal kentinde yapılmıştı. Olimpiyatların neden olduğu borcun ödenmesi geçen yıla [2009] kadar sürdü. Yunanistan 2004 de olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yaptı... Ülkenin bu günkü durumunun gerisinde olimpiyat şovu için yapılan hovardalığın payı önemsiz değildir... Güney Afrika, futbol şampiyonası için 6 yeni stadyum inşa etti veya yeniledi. 11 Temmuzdan sonra bu devasa stadyumlar ne olacak? Kimbilir belki arada bir ‘dev konserler’ için kullanılır... Sadece kupa güvenliği için 180 milyon dolar harcama öngörüldü ve 42 bin yeni polis alındı... Küçük esnaflar ve seyyar satıcılar güvenlik gerekçesi ve görüntü güzelliği için stadyum çevresinden kovuldu. Aksi halde dünyaya sunulmak istenen ülke imajı kirlenirdi... Hükümet futbol şovu için kaynak buluyor da, eğitim ve sağlık için bulamıyor. Neoliberal politikaların bir gereği olarak, eğitim ve sağlık hizmetleri özelleştiriliyor, geniş kesimler için bu hizmetlere ulaşmak imkânsız hale geliyor. Resmi rakamlar ülkede işsizlik oranının %24 olduğunu gösteriyor ama genç Güney Afrikalılar söz konusu olduğunda işsizlik oranı %45’le % 50 arasında değişiyor... Aslında ekranlara yansımasa da, ülke sosyal patlamanın eşiğine gelmiş durumda. Yoksuzluklar da insan havsalasını zorlayacak boyutlarda... Güney Afrika dünya’da gelir dağılımı dengesizliğinin en büyük olduğu iki ülkeden biri, diğeri ‘yükselen yıldız’ olarak sunulan Brezilya... Böyle bir ülkede küçük hırsızlık olaylarının bu ölçüde yaygın oluşu neden şaşırtıcı olsun... Resmi rakamlara göre yılda 20 bin cinayet işleniyor, 55 bin kadının ırzına geçiliyor ve 120 bin kapkaç ve hırsızlık vakası yaşanıyor. Erkeklerde yaşam uzunluğu 53 yıl 8 ay, kadınlarda 57 yıl 2 ay...

Hem piyasa ekonomisi şampiyonluğu yapıp hem de başka türlü olmasını umut etmek elbette mümkün değildir. Irk ayrımcılığının geçerli olduğu 1994 öncesinde rejim hak talebiyle sokağa çıkanlara gerçek mermilerle karşılık veriyordu. Şimdilerde artık plastik mermilerle karşılık veriyor... Irkçı rejimden farklı olan bir şey bu; ikincisi, eskiden zenginler hep beyazlardı, 1994’den sonra siyahlardan da süper zenginler türedi ve bu yeni yetme zenginlere kara elmaslar deniyor. Mâlum zenginin [kapitalistin] siyahı, beyazı olmaz...; üçüncüsü, Irk ayrımcılığı zamanında siyahlar Banthustan denilen ‘adacıklarda’ hapisti, Banthustanı terketmeleri yasaktı. Kentlerin gecekondularında yaşayanlarsa ‘sürekli oturma’ hakkından mahrumdu, her an bulundukları yerlerden kovulabiliyorlardı. Bugün artık Banthustan’lar yok ve orakiler township denilen devasa gecekondularda ‘özgürce’ yaşayabilir... Açlığın, işsizliğin, yoksulluğun, sefaletin kol gezdiği, sağlık, eğitim, ulaşım hizmetlerinin son derecede yetersiz, elektrik ve su kesintilerinin vaka-i âdiyeden olduğu şu ünlü gecekondular, townshipler... Mandela’nın suyu özelleştirmesinin ardından Güney Afrika’da tarihinin en büyü kolera salgını yaşandı. Suyun özelleştirilmesini izleyen iki yılda 114 bin kişi koleraya yakalandı ve 260 kişi öldü... Aids de denilen HIV virüsü ülke nüfusunun %18, 1’ini kuşatmış durumda. Nerdeyse her beş Güney Afrikalı’dan biri virüsle cebelleşiyor... Stadyum inşaatında çalışan işçiler ücret artışı talebiyle greve gittiklerinde, 400’ü işten atıldı. Kimse işçilerin ne kadar ücret aldığı, hangi şartlarda çalıştığı, nasıl geçindiğiyle ilgilenmedi. İşçiler stadyum inşaatını geciktirmekle, kupaya zarar vermekle bile suçlandılar... Bu terazinin bu sikleti çekeceği mi sanılıyor?

Kültüralizmle buraya kadar

Öyleyse sorun nedir? Ne ile ilgilidir? Irk ayrımcılığının şeklen ortadan kalkması, reel olarak ayrımcılığın ortadan kalktığı anlamına geliyor mu? Eğer ayrımcılık sadece ırkı- rengi angaje etseydi, sorunun çözümü de kolay olurdu. Oysa, ayrımcılık asıl sınıfsal mahiyettedir. 1994 öncesinde ulusal gelirin %66’sına nüfusu 5 milyon olan Beyazlar el koyuyordu, geri kalan %33’ü de nüfusu 45 milyon olan Siyahlara kalıyordu. Bu durum 1994 sonrasında hiç bir köklü değişikliğe uğramadı. Sadece zenginler arasına siyan azınlık dahil oldu. Eşitlik ilkesi neyi gerektirirdi? Ulusal gelirin ve zenginliğin %10’unun Beyazlara, %90’ının da Siyahlara ait olmasını... Topraklar, çiftlikler, evler, işletmeler, fabrikalar, bankalar... eskiden kime ait idiyse, yine onların olmaya devam ederken, neler ne kadar değişebilirdi? Appertheid sonrası hükümetlerin toprak reformu diye bir kaygıları ve öncelikleri oldu mu? Anayasaya ayrımcılığı yasaklayan bir- iki madde eklemekle, bazı kanunlarda değişiklik yapmakla ayrımcılığın ortadan kalkması mümkün müdür? Neoliberal politikalar pupa-yelken yol alırken, ekonomik apartheid da kaçınılmaz olarak derinleşiyor. Bir özgürlük hareketi, bir ulusal kurtuluş hareketi, bir sosyal emansipasyon hareketi, sadece bazı biçimsel hakların gerçekleşmesini amaçlıyor, onun ötesine geçemiyorsa, kurtuluşu, özgürleşmeyi [emansipasyonu] bir bütün olarak görmüyorsa, kimi kültürel ve ‘kimlik’ haklarıyla yetiniyorsa [elbette bu söz konusu hakları küçümsemek anlamına gelmez], sorunu kültüralizm dahilinde algılıyorsa, onun gerçek bir özgürlük hareketi sayılması mümkün müdür? Elbette Sibel Özbudun’un yazdığı gibi, etnisite ve sınıf bağdaşmaz, çelişik kategoriler değildir.1 Kültüralizm aşamasında kalmak, ulaşılması gereken hedef 100 kilometreyken, 28’inci kilometrede durmak gibi bir şeydir... Zira, kültürel/kimlik hakları diğerlerinden ayrı ele alınamaz. Bilindiği gibi, sömürme/ sömürülme, ezme/ ezilme ilişkisi, çelişkisi ve hiyerarşisi bir bütündür. Ekonomik planda özerk olmayan bir insan için diğer hakların gerçekleşmesi de zaten mümkün değildir. Kimi kültürel, etnik ve kimlik haklarını ‘tanıma’ egemen sınıflar için pek maliyetli bir şey değildir ama sınıfsal mahiyetteki talepler söz konusu olduğunda durum değişir... Güney Afrika, sınıfsal temele oturmayan ANC gibi hareketlerin son tahlilde ‘başka görüntüler’ altında eskiyi yeniden üretip - sürdürmenin ötesine geçemediğinin en açık kanıtıdır. Şimdilerde küresel oligarşi ve küresel plütokrasi kültüralizm kozunu oynuyor ve oynayabiliyor... O halde işe bu oyunu bozarak başlamak gerekiyor... Bu arada Güney Afrika’dan öğrenilecek çok şey var...

Fikret Başkaya

4 Temmuz 2010 Pazar

Örgüt davasında tuhaf sorular..

Konya Ereğli'deki DHKP/C operasyonunda gözaltına alınanlara sorulan sorular ilginç: Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anma etkinliği ve 1 Mayıs'a katıldın mı? Ali Asker konserine gittin mi? Mesajlarında devrimi övücü sözler kullandın mı? 

Konya Ereğli’de, bir anne 19 yaşındaki oğlu hakkında şikâyette bulununca yasadışı ‘Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi’ne (DHKP/C) yönelik soruşturma başlatıldı. İlçedeki Ereğli 78’liler Derneği’ne gidip gelenlerin tamamına yakınını kapsayan soruşturmadaki şüphelilerin bir bölümü Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ne (ÖDP) üye. İfadesi alınan şüphelilere 1 Mayıs kutlamasına, YÖK protestosuna, yurttaki bir yemek boy-kotuna katılıp katılmadıkları ve Ali Asker konseriyle 1980’de öldürülen sol görüşlü Veli Eskin’in baba evine gidip gitmedikleri soruldu. Bir evdeki Deniz Gezmiş fotoğraflarına el konuldu. Yapılan baskınlarda ikisinin bozuk olduğu ileri sürülen dört tabance ele geçirilirken yedi şüpheli ‘anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşşebbüs’ iddiasıyla tutuklandı. 

Anne şikayetiyle 
Ereğli’de polis, geçen ay DHKP/C’ye operasyon başlattı. Operasyonun merkezi adresi, Ereğli 78’liler Derneği’ydi. Dokuz şüpheli 24 Haziran’da Konya 7. Sulh Ceza Mahkemesi’ne çıkarıldı. Mahkeme sorgusuna göre, şüphelilerden Fatih D.’nin annesi emniyete başvurarak, oğlunun DHKP/C ile ilişkili olduğunu ve Yunanistan’a gitmek istediğini ileri sürdü. İhbar doğrultusunda DHKP/C’ye yönelik olarak başlatılan soruşturma, zamanla, 19 yaşındaki Fatih D.’nin de devam ettiği 78’liler Derneği’ne sıçradı. 
Fatih D., Yürüyüş adlı DHKP/C’nin legal yayın organı olduğu öne sürülen dergiyi okuduğunu söyledi. Sosyal paylaşım sitesi Facebook’ta, DHKP/C hakkında bilgilerin yer aldığı iddia edilen, ‘Örgütüm Al Beni, Halkımla Yeniden Yarat’ adlı gruba üye olup olmadığı soruldu. Bu sorular dışında, ne Fatih D.’ye ne diğer şüphelilere DHKP/C ile ilgili bir soru sorulmadı. 

1 Mayıs'a katıldı 
Sorgulamada şüphelilere sorulan sorularla iddialar şöyle: 
Boran A: 27 yaşındaki Boran A.’ya 78’liler Derneği’nde liselilerin örgütlenmesi öğrencilerle görüşüp görüşmediği, Mahir Çayan ve arkadaşlarının anma etkinliğine ve 1 Mayıs’a katılılıp katılmadığı, 1 Mayıs’ta slogan atıp atmadığı, Ali Asker konserine gidip gitmediği soruldu. Evinden, ikisinin kullanılamaz halde olduğu belirtilen dört silah çıktı. 

Deniz İ: Bilgisiyarından çıkan Deniz Gezmiş, Yılmaz Güney ve Ernesto Che Guevera görüntüleri, 1 Mayıs’ta attığı slogan, Veli Eskin’in evini ziyaret, sorular arasındaydı. İzmir’de oturan şüpheli Mehmet D.’den, 1 Mayıs’ta kullanmak üzere, Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ın fotoğraflarının bulunduğu pankartları neden istediği; Facebook’ta, ‘Ereğli Devrimci Genç’ diye sayfa açıp açmadığı soruldu. 

Mehmet D: İzmir’de oturan, 37 yaşındaki Mehmet D., soru üzerine, ilçedeki ulusalcı yapılanmaya karşı 78’liler Derneği’ni kurduklarını, Eskin’in evini ziyaret ettiklerini söyledi. DHKP/C iddiasına ‘senaryo’ dedi. 

Mehmet K: 19 yaşındaki liseli Mehmet K.’nın, katıldığı 1 Mayıs kutlaması ve Ali Asker konseri ile Veli Eskin’in ailesini ziyareti, suçlamalar arasında yer aldı. Bir soruya karşılık, “Mesajlaşmalarında devrimi övücü sözler kullandığım doğrudur” dedi. 

Mehmet Nazım A.: Liseli mezunu, 24 yaşındaki Mehmet Nazım A.’ya, 78’liler Derneği adına, CHP’de yapılan 1 Mayıs toplantısına katılıp katılmadığı, 1 Mayıs’ta megafonla “Dev-Genç” diye slogan atıp atmadığı soruldu. Soru üzerine, “Örgütle irtibatımın nasıl kurulduğunu anlayamadım” dedi. 

Sercan G: Öğrencisi olduğu Sinop Üniversitesi’nde eyleme katılıp katılmadığı soruldu. Yanıtı, şöyleydi: “Katılmadım. Böylesi durumda okuldan uzaklaştırılıyoruz. Belediyenin desteklediği çevre mitingine ve 1 Mayıs’a katıldım. Okulda, yurtta yemek fiyatlarının yüksek olması nedeniyle tepki gösterdiğimiz doğrudur...” 

Ulaş G: 78’liler Derneği’nde gençlik sorumlusu olan Ulaş G.’ye, 1 Mayıs’a, Gezmiş anmasına katılıp katılmadığı soruldu. 
Yunus Emre Ç: Selçuk Üniversitesi’nde okuyan Yunus Emre Ç.’ye, Konya’daki YÖK protestosuna neden katıldığı, evinde çıkan Gezmiş’e ilişkin kitabın içeriği yöneltildi. 

Mahkeme; Sercan G. ve Yunus Emre Ç. dışındaki sanıkları serbest bırakırken, diğerlerini tutukladı. Şüpheliler için, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor. 

ÖDP Konya İl Başkanı Bayram Çalık, “Şüpheliler DHKP/C operasyonu diye alındılar ama alakası yok. 78’liler Derneği, Ereğli’de devrimcileri toparlamak için kuruldu. Ereğli’de yüksbelen bir sol siyaset vardı. Konya’da yapılamayan 1 Mayıs iki yıldır Ereğli’de yapılıyordu. 1 Mayıs görkemli geçmişti. Bunu bastırmak için operasyon düzenlediler.” 

Radikal / İsmail Saymaz 

21 Haziran 2010 Pazartesi

DOCUMENTARIST
22-27 Haziran 2010

Anlatılan bizim hikayemiz!

Karbon emisyonu, petrole bağımlılık, bitmek bilmeyen enerji arayışları, gemlenemeyen tüketim çılgınlığı gezegenimizi hızla tükenişe doğru sürüklüyor. İçinde yaşadığımız sistemin çıkmaz bir sokak olduğunu bir kez daha hatırlatan filmler DOCUMENTARIST'te “Kapitalizm Çıkmazı” başlığı altında...

22 Haziran'da başlayan DOCUMENTARIST'in programında, gezegenin kalp atışlarını ölçen, içinde yaşadığımız tüketim kültürünün handikaplarını sergileyen bir dizi film var. Kâra dayalı ekonomik sistemin dünyanın kaynaklarını sömürmesi, su, hava ve toprağın giderek kirlenişi, yoksulların daha yoksul hale gelmesi çocukların emek sömürüsü son dönemde yapılan pek çok çarpıcı filme konu oldu.

Neron geceleri ışık olsun diye mahkumları yakardı. Konukları ise yanında durup seyrederdi.” Uygulaman neoliberal ekonomik politikalar sonucu son on yılda yaklaşık 200 bin çiftçinin intihar ettiği Hindistan'da, bu intiharların nedenini araştıran gazeteci, Hintli elitlerin durumunu böyle özetliyor, “Nero'nun Konukları” adlı belgeselde. Günümüz dünyasında bizlerinde konumu da, Nero'nun konuklarındna farklı değil. “Başka Bir Gezegen”de, pek çok ülkede çocuklara reva görülen yaşam standardını görüp ede insanlıktan utanmamak zor. “Demir Kargalar”, üç kuruş uğruna kelle koltukta çalışan çocuk yaştaki tersane söküm işçilerinin dünyasına sokuyor bizi. “Düş Ülkesi” İzlanda'daki alternatif enerji arayışlarını; “Auto*Mat” arabalı hayatın bizi mahkum ettiği trafik cehennemini, “Zehirli Oyun bahçesi” Avrupalı şirketlerin üçüncü dünya ülkelerine zehirli atık ihracını, “Vadim O Kadar Yeşildi ki” İran'da baraj yapımı için toprağından koparılan ve evleri su altında bırakılan köylüleri konu alıyor. “Çiçeklenen Ticaret”, Hollanda'daki çiçek endüstrisinin bilinmeyen yüzünü, ta Afrikanın su kaynaklarını tüketmeye kadar uzanan perde arkasını gösteriyor.

Bütün bu filmlerde anlatılan aslında bizim hikayemiz!

DOCUMENTARIST filmleri 27 Haziran'a kadar Pera Müzesi, Fransız Kültür Merkezi, Sismanoglio Megaro, Dutch Chapel, Akbank Sanat ve Tütün Deposu'nda gösteriliyor. Bedeli 4 TL olan biletler MyBilet'ten ve salon girişlerinden temin edilebilir.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Liselilerin 'TEKEL' cezası kararı bozuldu

TEKEL işçilerine destek verdikleri gerekçesiyle tasdiknameyle uzaklaştırma cezası alan liselilerle ilgili karar bozularak ceza 5 gün uzaklaştırma cezasına dönüştürüldü.

İstanbul Çekmeköy Mehmetçik Lisesi’nde okuyan 24 öğrencihakkında, okulda TEKEL işçilerine destek etkinliği düzenledikleri için İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün kararıyla tasdiknameyle okuldan uzaklaştırma cezası verilmişti.

Karar sonrasında okul idaresi tarafından velilere "biz okuldan atmadan siz alın" telkinlerinde bulunulmuş ancak 24 liseli ve velileri, sonuna kadar mücadele edeceklerini belirtmişlerdi.

19 Mart günü okul önünde TEKEL işçileri, Eğitim-Sen çeşitli kurum ve kuruluşların da desteğiyle kitlesel bir basın açıklaması, birkaç gün sonra İstanbul'un çeşitli okullarından liseliler ve velileri ile İstiklal Caddesi'nde bir yürüyüş ve basınaçıklaması gerçekleştirilmişti. Basında da sıkça yer alan olay, kamuoyunda büyük tepkilere yol açmış hukuksuz kararın geri alınması için çeşitli illlerde destek eylemleri yapılmıştı.

Veliler ve avukatları ilçe Milli Eğitim Müdürlüğü'nün kararına itiraz ederek İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne başvurmuş ve sonrasında İl Milli Eğitim Müdürü Muammer Yıldız ile bir görüşme gerçekleştirmişlerdi.

İl disiplin kurulu toplanarak “tasdiknameyle uzaklaştırma cezası” kararını hukuka aykırı bularak bozmuş ve 5 gün süreyle uzaklaştırma cezasına dönüştürüldü.
(soL-Haber Merkezi)

14 Haziran 2010 Pazartesi

İnönü'de 'Yorum' devrimi

İnönü'de 'Yorum' devrimi

Grup Yorum’un İnönü Stadı’ndaki 55 bin kişilik tarihi konseri yaklaşık dört saat sürdü.

14/06/2010 7:51

İstanbul'un orta yeri önceki gece, binlerce kişinin eşlik ettiği devrimci marşlarla inliyordu. Grup Yorum'un İnönü Stadı'ndaki 25'inci yıl konserini 55 bin kişi izledi. 'Ramiz Dayı' Tuncel Kurtiz, okuduğu şiirle 'Amerika, katil' diye slogan attırdı

GÖNÜL KOCA

İSTANBUL - İnönü Stadı önceki gece tarihi günlerinden birini yaşadı. İstanbul’un orta yeri, 55 bin kişinin eşlik ettiği devrimci marşlarla inliyordu. İnönü, İnönü olalı böyle kalabalık görmemişti...

Türkiye’de politik müziğin dev ismi Grup Yorum, 25 yıllın özetini cumartesi akşamı İnönü Stadı’nda yaptı. Konser başında biraz seyrek olan saha içi ve trübünlerin dolması da uzun sürmedi. Daha stat önünde içeri girmeye çalışırken sloganlar duyulmaya başlamıştı. ‘Koskoca stat dolar mı dolmaz mı?’ diyenler ve Taksim’den, Beşiktaş’tan ve bütün yakın çevreden İnönü’ye doğru giderken etrafındaki kalabalığın Grup Yorum konserine gittiğini aklından bile geçiremeyenler, stadın kapısına geldikten ve konser başladıktan kısa bir süre sonra etrafına şöyle bir göz gezdirince beklentilerin üzerinde bir katılımın olduğunu fark etmekte zorlanmadı. Nitekim konser ortasında Yorum’cular kesin rakamı verdi: 55 bin.

Grup Yorum’un ‘Devrimci Yürüyüşümüz Sürüyor’ adlı enstrümantal ezgisiyle başlayan program yıllardır dillerden düşmeyen ‘Uğurlama’, ‘Haziran’da Ölmek Zor’, ‘Dağlara Gel’, ‘Çav Bella’, ‘Güleycan’ gibi pek çok parçayla birlikte son albümleri ‘Başeğmeden’deki ‘Defol Amerika’ ile ‘Gecekondu’ gibi parçalarla devam etti. Temposu bir an bile düşmeyen konserde Yorum’cular ‘Cemo’yu sona sakladı. Ama gerek halayları, gerek sloganları ve gerekse ellerinde maytaplarıyla Yorum’a eşlik eden izleyiciler sonunda dayanamadı! ‘Cemo, Cemo’ diye haykırmaya başladı. Yorumcular da ‘insafa geldi’ ve ‘Cemo’yu sahne üstünde kendilerine eşlik edenlerin yanı sıra stadı dolduran dinleyicilerle birlikte söyledi.

Chavez’den selam getirmişem
Sahnede sadece Grup Yorum yoktu, onlara eşlik eden Orhan Şallıel yönetimindeki 60 kişilik İstanbul Symphony Project ve Grup Yorum Korosu da vardı. Bitmedi... Pek çok tanınmış isim de gerek seslendirdikleri parçalar gerekse şiirlerle katıldı konsere. Yasemin Göksu ‘Bir Görüş Kabininde’, Suavi ‘Bu Memleket Bizim’, Nejat Yavaşoğulları ‘Büyü’, Ruhi Su Dostlar Korosu ‘Şişli Meydanı’nda Üç Kız’ parçalarını seslendirdi. Tuncel ‘Ramiz Dayı’ Kurtiz ise şimdilerde hapiste olan Ümit İlten’in ‘Geçit Yok’ şiirini seslendirdi, binlerce kişiye ‘Amerika, katil’ sloganı attırdı. Şu sıralar Trabzon’da tutuklu olan Grup Yorum üyesi Muharrem Cengiz de telefon bağlantısıyla duygularını paylaştı herkesle.
Bitmedi... Taaa Venezüelalardan gelen müzisyen Ali Primera da ‘El Aparecido’ ve ‘Hasta Siempre’ ile katıldı konsere. Hem Grup Yorum’un 25. yılını kutladı, hem devrimci düşüncelerini paylaştı. Ayrıca Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez de, Primera aracılığıyla selam çaktı oradaki herkese. Venezüella Komünist Partisi Genel Sekreteri Jeronimo Carrerasi’nin Grup Yorum’u ve Türkiyeli devrimcileri selamlayan mesajı ekranlardan yansıdı.

Bitmedi... ‘Başeğmeden’de yer alan ve birçok tanınmış ismin bulunduğu bir koroyla söylenen ‘Defol Amerika’ marşı da yine koroda yer alan birçok ismin katılımıyla söylendi. DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası Başkanı Erol Ekici sahneye çıktı. Grup Yorum’un kimin için ne ifade ettiğini anlattı. Ve ardından 1 Mayıs Marşı geldi.

Bitmedi... Cumartesi akşamı İnönü Stadyumu sadece dinleyicileri, Grup Yorum’u ve konuk sanatçıları ağırlamadı. Başta Nazım Hikmet ve Victor Jara olmak üzere Ahmed Arif, Aşık Mahzuni Şerif, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Rahmi Saltuk, Tülay German, kısa süre önce yaşamını yitiren Moğollar’ın kurucularından Engin Yörükoğlu gibi artık hayatta olmayanlarla birlikte Selda Bağcan, Edip Akbayram gibi aramızda olan pek çok isim de sahnenin iki yanına yerleştirilen ekranlar aracılığıyla İnönü Stadyumu’na konuk oldular. Ekranda Ahmet Kaya belirdiğinde 55 bin kişiden yükselen alkış sesini, çığlıkları duymalıydınız.

Bitmedi... Grup Yorum maden işçilerini de kısa bir süre önce Gazze’ye doğru insani yardım götürmek için yol alırken İsrail’in saldırısına uğrayan Mavi Marmara gemisini de unutmadı. Gerek videolar gerekse sahneden iletilen mesajlarla birçok konuya değindi Grup Yorum. Türkçe, Kürtçe, Arapça söylendi şarkılar, türküler, marşlar...

Ama itiraf etmek gerekir, çok yoruldu herkes. Halaylar, sloganlar ve marşlar verilen 10 dakikalık arada bile devam etti.

Özetle, Grup Yorum ne söylediyse onu yaptı. Ne bir fazla, ne bir eksik. Devrimci marşlar, halaylar, türküler mesajlar gecenin sonuna kadar İnönü Stadyumu’nda yankılandı. Ama koca bir statta ve özellikle saha içindeki izleyicinin sahneyi görmesi oldukça zordu. Bu sorunu gidermek için sahnenin iki yanına kurulan ekranlar da çok yeterli olmadı maalesef. Ses sistemi de belki önceki konserlerde kullanılanlardan daha iyiydi ama arada bir artıp azalan ses, kulakları tırmalıyordu.

Gerçekten devrim olabilir mi?
Ha unutmadan, Yorum’a yöneltilen “Çok sert duruyorsunuz sahnede” eleştirilerini dikkate mi almışlar ne, gülümsemeye başlamış Yorum’cular. Ya da dinleyicilerin coşkusu kanlarını kaynattı herhalde... Ve bazı parçalara halk oyunları ekiplerinin dans gösterileriyle tiyatral gösteriler eklemişler, görselliğine daha önem vermişler. Belki sonraki konserlerde kendileri de dans eder, kim bilir...
Yaklaşık dört saat süren konserin çıkışında bir izleyici, gördüğü manzaradan etkilenerek arkadaşına soruyordu: Gerçekten devrim olabilir mi bu ülkede?..


11 Haziran 2010 Cuma

Güney Afrika 2010: Kara Kıta, Altın Kupa

Güney Afrika 2010: Kara Kıta, Altın Kupa

Irkçı apartheid rejimini tecrübe etmiş Güney Afrika’nın dünya kupasına ev sahipliği yapması önemli. Fakat turnuvanın yaldızlı vitrininin işsizlik, gelir adaletsizliği, AIDS, barınma ve göçmenlere yönelik şiddet gibi dev sorunların üzerini örtmesine izin verilmemeli.

Futbolseverlerin dört gözle beklediği dünya kupası nihayet geldi çattı. Güney Afrika 2010, Türkiye saatiyle 17:00'deki Güney Afrika - Meksika maçıyla bugün başlıyor. Dört yılda bir düzenlenen dünyanın bu en görkemli futbol şölenine ilk kez bir Afrika ülkesi ev sahipliği yapıyor.

Böylece Avrupa merkezli günümüz endüstriyel futbolunun odağı bir aylığına da olsa "Kara Kıta"ya kayacak. Her yıl binlercesi daha iyi bir geleceğin peşinde Avrupa'ya göç eden Afrikalı genç yetenekler açısından ironik ama hoş bir deneyim olsa gerek. Bu kez en parlak yıldızlarıyla birlikte futbol onların ayağına geliyor.

Daha önemlisi, yaklaşık yarım asır boyunca toplumsal hayatın katı bir ırk ayrımı temelinde örgütlendiği vahşi apartheid rejimini kan, gözyaşı ve acıyla tecrübe etmiş Güney Afrika'nın, kıtanın tüm etnik ve kültürel çeşitliliğini sahiplenerek böyle uluslararası bir organizasyona ev sahipliği yapması, dünya çapında yükselmekte olan ırkçılığa ve her türlü ayrımcılığa karşı kuvvetli bir mesaj teşkil ediyor.

Ne var ki "yeryüzünün lanetlileri"ni gezegenin en popüler sporu vasıtasıyla dünya halklarıyla buluşturan bu tarihi olaya gölge düşüren şeyler de yok değil.

Her şeyden önce dünya kupası, Güney Afrika'nın küresel kapitalizmle entegrasyonunun ivme kazandığı apartheid sonrası dönemde sayıları hızla artan işsiz ve yoksul kitlelere oldukça kabarık bir fatura çıkarmış gözüküyor.

Ülkenin içinde bulunduğu ahval ve şerait

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın (UNDP) insani gelişmişlik endeksinde 129. sırada yer alan Güney Afrika'nın 50 milyona dayanan nüfusunun kabaca yarısı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Gelir eşitsizliğinin oldukça yüksek olduğu ülkede toplumun en zengin yüzde 10'luk kesimi toplam gelirin yüzde 45'ine yakın bir bölümünü alırken, en alttaki yüzde 10'luk dilimin payına ise pastanın ancak yüzde 1'inden biraz fazlası düşüyor.

Afrika Birliği'nin en büyük ekonomisinde resmi işsizlik oranı tüm istatistiksel oyunlara rağmen yüzde 24 gibi olağanüstü bir seviyede. Öte yandan bir işe sahip olacak kadar şanslı olanlar için de durum çok parlak değil. İşgücü piyasasını esnekleştiren neoliberal politikalar sonucunda geçici ve kayıt dışı çalışma ilişkileri muazzam bir yaygınlık kazanmış durumda.

6 milyona yakın insanın HIV/AIDS'li olduğu ülke, ayrıca ciddi bir konut sorunuyla da yüz yüze. Milyonlarca insan fiziki ve sosyal altyapı olanaklarından yoksun bir şekilde yüksek suç oranlarına sahip gecekondu yerleşimlerinde hayatlarını sürdürmeye çalışıyor.

Bütün bu sorunlarsa dünya kupası kampanyası sırasında çok kültürlülüğünü bir koz olarak ileri sürmüş olan ülkedeki etnik gerilimleri yükseltmiş durumda. Öyle ki 2008'de çoğu Mozambik ve Zimbabve'den gelen yoksul göçmenlere karşı patlak veren saldırılarda çok sayıda insan hayatını kaybetti. Bir zamanlar beyazların ırkçılığından çok çekmiş olan yoksul siyahların iş ve ev imkanları açısından rakip olarak gördükleri siyah göçmenlere yönelttikleri şiddet halen sona erdirilebilmiş değil.

Dünya kupası ve yoksulların kentlerden sürülmesi

Pek çok eleştirmen böylesine büyük sorunlarla boğuşan bir ülkenin dünya kupası hazırlıkları kapsamındaki stat ve altyapı yatırımlarına 5 milyar dolardan fazla para harcamasını eleştiriyor. Gerçekten de küresel ve yerel sermaye gruplarının iştahını kabartan bu yatırımların yoksul halka ne kadar fayda sağladığı şüpheli. Özellikle inşa edilen devasa statların turnuva sonrasında büyük ölçüde atıl kalacağı vurgulanıyor.

Üstelik günde birkaç dolara çalışan işçilerin emeğiyle inşa edilen bu statlar nedeniyle çok sayıda gecekondu yerleşimi de zor kullanılarak kentlerin dışına taşındı. Uluslararası Af Örgütü'nün de dikkat çektiği gibi Güney Afrika hükümeti turnuva öncesinde evsizleri, göçmenleri, mültecileri ve seyyar satıcıları dünya kupası alanlarından sürmek için muazzam bir çaba gösterdi.

Büyük bir nüfusun yaşamak için kayıt-dışı sektöre bağımlı olduğu ülkede, Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA) kararları uyarınca seyyar satıcıların karşılaşmaların oynanacağı statlara bir kilometreden fazla yaklaşması yasaklanarak resmi sponsorların ve izinli markaların karları garanti altına alındı.

Yoksulların kentlerden sürülerek tecrit edilmesini amaçlayan bu politikalar ilk kez dünya kupasıyla gündeme gelmiş değil. Hükümetin gecekonducularla ihtilafı 2000'lerden bu yana artarak devam ediyor.

Yabancı sermayeyi ve yatırımları Cape Town, Johannesburg ve Durban gibi şehirlere çekmek isteyen; buraları uluslararası finans kuruluşlarını, büyük holdingleri, önemli yayın organlarını ve uluslararası toplantıları ağırlayan küresel ekonomik merkezlere dönüştürmeyi amaçlayan hükümet, söz konusu kentlerin imajını düzeltmek için yoğun bir çaba harcıyor.

Elbette bu cilalanmış kent merkezlerinde yoksullara yer yok. Güney Afrika'da bir zamanlar ırk temelinde örgütlenen mekansal ayrışma artık öncelikle sosyoekonomik temelde gerçekleşiyor; bazı düşünürlerin "ekonomik apartheid" dedikleri olgu derinleşiyor.

Az gelişmişliğin psikopatolojisi

Martinikli ünlü düşünür ve devrimci Frantz Fanon, sömürgeciliğin siyahlar üzerindeki psikopatolojik etkilerini incelediği 1952 tarihli Siyah Deri, Beyaz Maske kitabında ırkçı ve Avrupa merkezci bir toplumsal düzende yetişen siyahların, beyazların dilini, kültürel kodlarını ve bu arada ırkçılığını içselleştirdiklerini savunmuştu.

Fanon'a göre kolektif bilinç yoluyla siyahlığa atfedilen olumsuz nitelemeleri devralan "zenci", her an kendi görüntüsüyle kavgalı olan bilinci yarılmış bir özneydi. Aşağılık kompleksi içindeki bu özne beyazların dünyasına kabul edilebilmek için onların yaşam pratiklerini taklit ediyordu. Bu, özellikle orta sınıf-eğitimli siyahlar için geçerliydi.

Öyle görünüyor ki Güney Afrika'nın siyah ve beyaz günümüz seçkinleri de az gelişmişlik kompleksi içinde ülkelerinin yoksulluk ve şiddete bulanmış görüntüsünü altın kupanın göz kamaştıran ışığıyla örtmeye çalışıyor. Küresel kapitalizmin birinci ligine kabul edilmek isteyenler, dünya kupasını baş edemedikleri büyük toplumsal sorunların üzerini kapayacak göz alıcı bir örtü olarak kullanıyor.

İnadına futbol, inadına Afrika

Bunları yazmaktaki maksadımız en kutsal ayinlerine hazırlanan futbol cemaatinin tadını kaçırmak değil. Samimi müminler olarak ibadetimizi iç huzuruyla yerine getirebilmemiz, dünya kupasının yaldızlı vitrininin arkasındaki can sıkıcı gerçekler hakkında oluşturacağımız duyarlılığa ve bu konuda yaratacağımız farklılığa bağlı.

Yoksa bu satırların yazarı da turnuvayı heyecanla bekliyor; Afrika takımları 1990'da Kamerun'un, 1994'te Nijerya'nın, 2002'de de Senegal'in gösterdiği çıkışı tekrarlar diye umut ediyor.

Her ne kadar Fildişi Sahili dışındaki Afrika ekipleri bu yıl pek ümit vermese de belli mi olur, bakarsınız Bursaspor'un tetiklediği devrimci dalga Afrika sahillerini de vurur. (KM/TK)